FENERLEAKS

Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır!

Archive for Ekim 2013

YARGITAY KARARINI BEKLERKEN

leave a comment »

EXPRESS-137-K

3 Temmuz Darbesi’nde hepimiz yargıtay kararını bekliyoruz. Karardan endişe duyanların sayısının daha fazla olduğunu sanıyorum. Şahsen en ufak bir beklentim yok maalesef…

Fenerbahçe’nin Seçimli Genel Kurulu’na doğru, bence hiç bir şansı olmayan Mehmet Ali Aydınlar’ın adaylığını açıklaması da beklentimi doğrular nitelikte. Aydınlar’a, aynen 3 Temmuz sürecinde bazılarına yapıldığı gibi,  “bazı şeylerin” fısıldanmış olduğunu tahmin ediyorum.

Express Dergisi’nin Ağustos – Eylül 2013 sayısında Demokrat Yargı Derneği Başkan Yardımcısı Faruk Özsu ile yapılmış bir söyleşi yer alıyor. Özsu Türkiye’deki yargı sistemini, hakim ve savcıların içinde bulunduğu durumu çok net anlatmış. Oldukça açık ifadelerin yer aldığı söyleşide Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davaların yanı sıra “Şike Davası”na da değiniliyor. Özellikle ÖYM’lerin aslında “ne olduğu”nu, hala anlamamış olan varsa okumasını öneriyorum.

İçindeki birçok güzel yazı nedeniyle dergiyi almanızı tavsiye ederim. Ancak bulamayan / ulaşamayanlar için söyleşinin tam metni aşağıda:

Alfabeden başlayalım: “Ergenekon süreci” nedir?
2005’teki Şemdinli hadisesiyle başlayan, sonrasında Ergenekon soruşturmasıyla alevlenen, Balyoz, Poyrazköy vs. ile devam eden, oradan da Devrimci Karargâh, Odatv ve Şike Davası vs. ile çeşitlenen bu davalar zincirini “Ergenekon Süreci” olarak tarif edebiliriz. Bu süreç ilk başlarda bir “derin devlet” soruşturması olarak duyurulmuş, eski iktidar yanlıları ve kategorik AKP karşıtları dışında toplumun geniş bir kesimi tarafından desteklenmişti. Türkiye’deki iktidar geleneğinin ne kadar geniş kesimleri mağdur ettiği düşünüldüğünde ve de ülkenin karanlık geçmişi, her kesimden sayısız faili meçhuller, Kürt halkının onyıllardır yaşadığı ve hele de soruşturmanın hemen öncesinde, sonradan yapılan ve kolayca reddedilemeyecek kimi yorumlara göre, Ergenekon soruşturmasına başlangıç meşruiyeti sağlaması için AKP-Cemaat iktidarının müştereken göz yummasıyla katledilen Hrant Dink’in henüz kuramamış kanı, “derin devletle hesaplaşıyorum” diyen siyasal iktidara inanmayı, en azından kredi açılmasını kolaylaştırmıştı. Nitekim, bu sürece bu gerekçeyle Demokrat Yargı Derneği olarak biz de destek vermiştik. Ancak, gelinen noktayı özetlemem gerekirse, tek kelimeyle hayal kırıklığıdır.

Sizin için ilk kırılma noktası neydi?
İlk tereddüdüm Balyoz soruşturmasının başlamasıyla oldu. Zira dosyayla ilgili derinlemesine bir bilgiye bile ihtiyaç duymadan, sadece on yıllık ceza yargıçlığı tecrübemle bu soruşturmanın hukuksal bir kılıfa yerleştirilemeyeceğini görmüştüm. Zira, yedi yıl önce “kendiliğinden” sona eren bir sürecin, yedi yıl sonra “teşebbüs edilmiş” sayılması, sadece hukuka değil, dilbilgisi kurallarına da aykırıydı. Mahkeme, eylemin teşebbüs halinde kalmasına sebep olan “engeli” Çetin Doğan’ın “tekleyen kalbi” olarak belirledi, ki bu kabul, bir ortaçağ yargılaması pratiğidir. Diğer yandan, komutanların Yüce Divan’da yargılanması gerektiğini düzenleyen, üstelik 12 Eylül referandumunda kabul edilen 148. maddenin -sanki bir suçun yasada düzenlenmesi mümkünmüş gibi- “Darbe görev mi ki!” denerek elenmesinin tam anlamıyla “Zihni Sinir hukukçuluğu” olduğunu düşünüyorum. Balyoz davasındaki hukukî sorunları ve davanın destekçilerinin yaklaşımlarının ne denli anti-demokratik olduğunu ayrıntılı olarak Radikal 2’de yazdım. Kısacası, Balyoz soruşturmasının başladığı 2010 başından itibaren Ergenekon sürecine güvenim sarsıldı ve referandum sonrası beliren yeni iktidarın açık ve net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte, bu sürecin eksik ya da aksak bir süreç değil, yeni bir hegemonyanın tesisi için kurgulanmış kirli bir iktidar oyunu olduğunu anladım ve tüm desteğimi çektim. Tabii buradaki “ben”le Demokrat Yargı’nın mevcut kadrosunu kastediyorum. Lafı uzatmadan hemen söylemek gerekir: Bu süreç, hukuksal değildir. O nedenle, bir hukuksal süreçle ilgili olan tüm hukuksal işleyiş ve usûllerle hukuksal referanslar bir kenara bırakılmalıdır. Bu süreci hukuksal yapan tek şey, yargıç-savcı titrine sahip birilerinin olması ve kararların başlığında savcılık, mahkeme gibi tabirlerin yazmasıdır. Kısacası, bu süreçte hukuksal referansların herhangi bir analiz değeri yoktur.

Yargıtay aşamasında ne olur sizce?
Demin söylediklerim, Yargıtay aşaması için de geçerli. Hukuksal referanslar bir işe yaramayacaktır. İki nedenle: Birincisi, referandum öncesi yargıda egemen ya da etkili olan çeşitli siyasal güçler, referandum sonrası yok edilmiş ve yargı tek bir siyasal iradenin etkisi altına girmiştir. Bu siyasal irade Gülen Cemaati’dir. Şüphesiz, Başbakan Erdoğan’ın ağırlığı olmadığı söylenemez, ama Erdoğan’ın iradesi, somut hadisede Cemaat aleyhine bir durumun olmamasıyla sınırlıdır; yani, Cemaatle Erdoğan’ın çıkarlarının farklılık arz ettiği anlarda, yargının Cemaat lehine tavır alacağını unutmamak lâzım. Kısacası, Silivri yargıçlarıyla yüksek yargı arasında siyasal-hukuksal bir perspektif farklılığı yoktur. İkisine de aynı siyasal-ideolojik güç hükmetmektedir. Bu nedenle de, Yargıtay’dan, Silivri’deki heyetten farklı bir irade beklemek hatalı olacaktır. Yargıtay, Ergenekon sürecinin tüm kararlarına birkaç küçük fırça darbesi atarak, mümkün olduğunca geniş kesimleri ikna etmeye çalışacaktır. Fazlasını beklemek, siyasal iklim ve güç dengeleri değişmediği sürece, saflık olacaktır. Diğer yandan, referandum sonrası Yargıtay’daki kadrolar köklü değişiklikler geçirdi ve yeni Yargıtay kadroları, eskinin hukukî referanslarıyla kendini bağlı hissetmemektedir. Bu yeni durumda, ortalama hukukî güvenliğin kaybolduğu dönemlerde olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem ilk derece yargısı hem de Yargıtay, artık günlük, duruma ve kişiye göre değişen, hiçbir tutarlılık endişesi taşımayan, hukuk ötesi referanslarla ilerlemektedir. Mevcut Yargıtay’la Silivri mahkemesi arasında bir siyasal-ideolojik yaklaşım farkı ya da bir yargısal-meslekî perspektif ayrılığı beklemek saçmadır. Yargıtay sürecini en doğru biçimde öngörmek ve anlamak için Erdoğan’la Cemaat arasındaki ayrışma, itişme ve uzlaşma noktalarına dikkat kesilmek gerekir. Şunu da eklemeliyim: Mithat Sancar’ın TESEV raporunun aksine, Türkiye yargısına ve yargıçlarına tutarlı bir ideolojik-siyasal perspektif yakıştırmamak lâzım. Hatırlayalım, yüksek yargı, referandum öncesi Kemalistti. Yargı, “muktedir” olan gücü gördüğü anda çabucak ona uyum sağlar. O nedenle Cemaat taraftarı ya da Erdoğan taraftarı ayrımına büyük ve derin anlamlar yüklememek lâzım. Birkaç militan dışında genel yaklaşım, muktedir lehine tavır almak olacaktır.

Erdoğan’la Cemaat arasındaki ayrışma, itişme ve uzlaşma noktalarına dikkat kesilmek gerekir” dediniz. Hükümetle Cemaat, Ergenekon/Balyoz ve KCK davalarında yaklaşım, bakış açısı ve çıkarlar bakımından uyuşuyor mu, çelişiyor mu? Hükümeti destekleyen kimi yazarlar bu davalar bağlamında “aslında hükümet de rahatsız ama, Cemaat izin vermiyor” ya da “hükümet Kürt açılımından yana, ama Cemaat istemiyor” yönünde değerlendirmelerde bulunuyor. En son, başbakan ve cumhurbaşkanı, Başbuğ konusunda yargıya “serzenişte” bulunur gibi yaptı. Yani, eskiden hükümetin elini ordu bağlarken, şimdiyse Cemaat mi bağlıyor?
Öncelikle şu bilgiyi ezber edelim: ÖYM’ler aracılığıyla yürütülen tüm bu davalar, yargıdaki asıl iktidar sahibi olan Cemaat’in mutfağında pişirilmektedir. Haliyle de bu davalar Cemaat’le mutlak anlamda uyumludur. Hükümet ise, Cemaat’le iradesi uyuştuğu anlarda davaları sahiplenmiş, kısmen uyuştuğu anlarda şerh koymuş, tamamen çeliştiği anda da itiraz etmiştir. Uyuşma ve çatışma bir davanın tamamında olabileceği gibi, bir parçasında da olabilir. Bazen bu uyuşma ve çatışma konjonktüre bağlı olarak değişiklik arz edebilir. Ama şu durum değişmez: ÖYM’lerde irade Cemaat’indir. Somut olarak, örneğin Şike davası, İlker Başbuğ’un tutuklanması ve elbette Deniz Feneri ve MİT soruşturmaları hükümetin tamamen karşısında olduğu soruşturmalar olmuştur. Ancak, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Odatv vs. ile KCK davalarında hükümetin onayı kısmî olmuştur. KCK’nın asıl sahibinin ise PKK/BDP’den doğacak boşluğa talip olan Cemaat olduğunu düşünüyorum. Aralarındaki yaklaşım farkı ise bence şu: Cemaat Kürt siyasetinin üzerinden buldozer gibi geçecek bir fetih isterken, hükümet oy ve seçim kaygısı ve de bölgeye yerleşecek kadrolarının olmaması nedeniyle uyum ve işbirliği esaslı İslâmî asimilasyon niyetindedir. Ezcümle, hükümet bir siyasal program ve strateji gereği ya da politik kaygılarla veyahut da oy endişesi nedeniyle, zamana ve kişilere göre, şerhler koymuştur bu davalara. Ama sonuç olarak, belirttiklerim dışında hükümetin iradesinin bu davaların tamamen dışında olduğunu söylemek de mümkün değildir. Aksine, kendi gerekçeleriyle büyük oranda destekçisidir. Bu nedenle de -özellikle de Gezi Parkı’nda “demokratik performansını” gözlemlediğimiz- hükümetin demokrasi için yanıp tutuştuğu, ancak geçmişte askerin, şimdi de Cemaat’in köstek olduğu şeklindeki sözler bana son derece yavan ve gayrıciddi geliyor.

Özellikle MİT konusunda su yüzüne çıkan AKP-Cemaat çekişmesinin ardından, hükümetin Adalet Bakanlığı bünyesindeki ve yargıdaki Cemaat mensuplarını tasfiye etmeye giriştiği çok yazıldı çizildi. Böyle bir tasfiye girişimi olmadı mı? Bu kadar uzun süredir iktidarda olan ve bunca güçlü bir hükümet yargıda Cemaat’in egemenliğini nasıl oluvor da bertaraf edemivor?
Cemaat 10-15 yılı aşkın bir süredir yargıda yoğun bir şekilde kadrolaştı. Referanduma kadar Cemaat’in yargıda ve özellikle de yönetim katında, yani bakanlık bürokrasisinde geniş bir kadrosu zaten oluşmuştu. Bu kadro yargıdaki tek organize gruptu. Diğerlerinden daha ciddiydi ve siyasal akıl ve stratejiye sahipti. Üslûpları nedeniyle taşrada da sempati topluyorlardı. Hükümet, yargının Cemaat tarafından ilmek ilmek yeni baştan dokunduğunu görmesine rağmen sesini çıkarmadı. Nitekim, HSYK seçimlerindeki “Bakanlık listesi” de aslında hükümetin değil, Cemaat’in listesiydi. Hükümetin sessizliğinin iki sebebi vardı. Birincisi, tek düşman olarak Cumhuriyetçi-Kemalistlere kilitlenmişlerdi.
Bu odaklanma sağduyularını kör etmişti. İkinci olarak, hükümetin yargıdaki tabanı organize ve örgütlü değildi ve de Cemaat kadrosu gibi tutarlı ve ciddi bir siyasal akla ve stratejiye sahip değildi. Yani, hükümet Cemaate mecburdu. Diğer yandan, Cemaat yargıda sadece kadro olarak değil, “hâkim vasatı” dediğim yargıç tipolojisine uygunluğu ve uyum sağlama kapasitesiyle de hükümete oranla çok avantajlıydı. Bu nedenlerle, Cemaat yargının ana karargâhını kolaylıkla ele geçirdi ve uzun süre de elde tutacağa benziyor. Yargıçlar açısından yargıdaki iktidar her şeydir. Yargıçlar, iktidar ve güç hiyerarşisinde birinci sıraya HSYK’dan yansıyan iradeyi koyar. Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil diğer tüm güçler yargıçlar açısından ikincildir. Bu durum Cemaat’in mevcut gücünü daha kolay anlamamızı sağlayabilir. Cemaat ile “hâkim vasatı” arasındaki duygudaşlığa dair bir örnek vereyim: 2009’da Emine Ülker Tarhan, Cemaat’e yakın yargıçların desteğiyle Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu YARSAV başkanlığından indirdi. Tarhan, yargıdaki durumu en iyi bilenlerden biri olmasına rağmen, yargıdaki Cemaat varlığına dair tek kelâm etmiyor, onun yerine, doğru olmamasına rağmen “AKP yargıyı ele geçirdi!” diye feveran ediyor. Bu hal sadece Cemaat’e duyulan minnet duygusuyla izah edilemez. Asıl sebep, Cemaat’le Kemalistlerin “hâkim vasatı”nda buluşmalarındaki kolaylıktır. Öyle ki, bugün YARSAV yönetiminde Cemaat ağırlıkta olduğu halde, YARSAV’ın tutum alışında önemli bir fark görülmüyor ve kamuoyu mevcut YARSAV’ı eski Kemalist YARSAV sanıyor. Cemaat ile yargının geneli arasındaki uyumu göstermesi açısından önemli bir örnektir bu. Sorunuza dönersek, Cemaat yargıyla bütünleşmiştir. Ana karargâhtan, yani HSYK, yargı bürokrasisi ve yüksek yargıdan başlayarak başsavcılıklar, komisyon başkanlıkları ve müfettişler aracılığıyla yargının kılcal damarlarına yayılmış ve tüm vücudu ele geçirmiştir. Yargının ruhu, beyni ve iradesi haline gelmiştir. Hükümetin tasfiye etmesi bu nedenle çok, ama çok zordur. Cemaat siyasal alanda ve toplum nezdinde büyük bir itibar kaybı yaşayıp “marjinal” hale gelmediği ve yargı içi “muktedir” konumunu kaybetmediği sürece bu durum değişmeyecektir. Cemaat “yargı içi muktedir” konumunu kaybettiği anda, aynı yargı eliyle ve ışık hızıyla bir “terör örgütü” soruşturmasına bile dahil edilebilir. Nitekim, 13 Ağustos’taki bildiri, radikal bir iktidar dönüşümü halinde savcıların eline yeterli kanıtı vermiş durumda.

O bildiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yargıdaki Cemaat dışı AKP tabanının huzursuzluğu HSYK seçimleri ardından doğmaya başlamıştı. Bu huzursuzluğun en ciddi belirtisi, yeni HSYK’nın Yargıtay üyesi olarak atadığı ünlü “160’lar”la zuhur etmişti. HSYK, başsavcılıklar, komisyon başkanlıkları, Özel Yetkili Mahkemeler, müfettişlikler, Yargıtay üyelikleri vs. gibi tüm “seçkin” koltuklara hızla ve tamamıyla Cemaat kadrolarını yerleştirirken, AKP tabanına dahil olan Cemaat dışı yargıçların huzursuzluğu büyüyordu. Bu huzursuzluğun hükümete yansımaması düşünülemez. ÖYM’lerdeki Cemaat kadrolaşması tamamlanınca da, ucu hükümete dokunan soruşturmalar başladı. Şike soruşturması ve İlker Başbuğ’un tutuklanması, hatta Odatv soruşturması ve abartılı KCK tutuklamaları bunlardan birkaçıdır. 7 Şubat ise dananın kuyruğunun koptuğu an oldu. Hükümet “tehlikenin farkına” varmıştı, ama yargıda Cemaat’in gücü hükümetin gözünü korkutuyordu. Hükümetin Anayasa taslağındaki Yargıtay ve Danıştay’ı lağvetmeye yönelik hamlesi, esas olarak Cemaat’in yüksek yargıdaki gücünü kırmaya yönelikti. Ama sonradan, HSYK’nın yapısının değişmesi halinde yüksek yargıyı da kendi iradesine göre yönlendirebileceğini düşündüğü için HSYK’nın yapısının değişmesi konusunda diğer partilerle uzlaştı ve Yargıtay/Danıştay’a yönelik hamleden vazgeçti. Tüm bunlar olurken Cemaat de eski Kemalist klişeleri mezarından çıkarıp piyasaya sürüyordu: “Yargı bağımsızlığı, siyasetin yargıdan uzak durması gerektiği vs.” gibi. Bunların işe yaramadığını görünce de, yargıdaki ve asıl olarak devletteki siyasal varlığını korumak için 13 Ağustos bildirisi geldi. Bu bildiri Cemaat’in ilk defa eylemini ve varlığını alenîleştirmesi açısından çok önemli. Ama, konumuz açısından asıl önemi, hükümetin yeni anayasada HSYK’ya yönelik olası tasarrufunun Cemaat tarafından ciddiye alındığını göstermesi. Ama tabii ki, bildiride yazılı olduğu üzere, Cemaat kadrolarının tasfiye edildiği doğru değil. Olası bir tasfiye girişimine karşı önleme amaçlı edilmiş bir kelâm o. Bugün yargıdaki yönetim katmanı ve ÖYM’ler tümüyle Cemaat’in elindedir. Tabii, bu kadroların tümüyle Cemaat mensubu olduğunu iddia etmiyoruz. Cemaat’in yargı içi iktidarın mutlak hakimi olmasına bağlı olarak, buralarda da görevli olanların Cemaat’e ya doğrudan bağlı, ya da sorun çıkarmayacak kişilerden ibaret olduğunu söylüyoruz. Ergenekon ve Balyoz davalarında yüzlerce insana, on bin yıla yakın ceza verildi, ama bırakın son kararı, tek bir ara kararda dahi tek bir karşı oy çıkmadı. 12 Eylül yargılamaları başta, Türkiye tarihinde, hatta dünya tarihinde bile görülmemiştir böyle bir uyum ve tekseslilik. O nedenle, yargıda bir Cemaat tasfiyesi yapıldığı iddiası saçmadır. Adalet Bakanlığı bürokrasisinde yapılan kısmî değişikliklerle bu yıl gerçekleşen tayin kararnamesindeki -Ankara başsavcılığı gibi- hükümetin gazını almaya yönelik bir iki küçük tasarrufu ciddiye almamak lâzım. Zira, “sel gider kum kalır” ilkesi gereği, yargıçlar giden selin ardından kalacak olan kumu iyi bilir ve kalacak olanla, yani yargı içi iktidarın sahibiyle asla ters düşmek istemezler.

Ergenekon’a dönersek, yargı sürecinde en çok dikkatinizi çeken husus ne oldu?
Yıllardır kafamı kurcalayan bir soru var. Mahkemenin eski başkanı Köksal Şengün’ün de dile getirdiği gibi, Danıştay cinayeti davasına bakan eski Yargıtay dairesi, Danıştay cinayetinin Ergenekon soruşturmasına bağlanmasını neden istemiştir? Bu, hayatî bir sorudur. Komploculuğun sınırlarında dolaşmadan verilecek bir cevap süreçle ilgili çok önemli katkılar sunacaktır. Tabii, işin içinde yargı olunca, basit ve “makûl” cevapları da olabilir yapılanın. Mesela, önceki Yargıtay dairesi hem Danıştay davasını hem de Ergenekon sürecini istedikleri gibi yönetecekleri düşüncesiyle dosyanın Silivri’ye gönderilmesini istemiş de olabilir, bildik yargıç korkaklığı ve refleksleriyle davanın yakıcılığından uzak durmak için de. Ya da Danıştay dosyasının Silivri torbasında kaybolmasını sağlamak için ya da başka bir sebeple. Ne sebeple olursa olsun, Danıştay cinayeti davasının Ergenekon dosyasıyla birleştirilmesi hayatî bir an olmuştur.

Niçin “hayatî bir an”?
Çünkü Danıştay saldırısı ve o saldırganların -Cumhuriyet’e bomba atılması gibi— diğer eylemleri Ergenekon’un neredeyse tek somut şiddet eylemidir. Danıştay cinayeti ve bu saldırganların diğer eylemleri olmasa, Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Alparslan Arslan, Osman Yıldırım gibi karanlık figürlerin Ergenekon davasındaki varlıkları son derece tartışmalı olacaktı. Bu isimler iktidarın tabanı dışındaki kesimleri ve neredeyse tüm Kürt kamuoyunu ikna etmekte kullanıldı ve de bu ikna süreci başarılı oldu. Bu isimler bugün bile Ergenekon kararına itiraz edeceklerin suratına çarpılmaktadır: “Veli Küçük’ü ve İbrahim Şahin’i mi savunuyorsun?” Muhatabın belini kıran bir sorudur bu. Oysa, bu isimlerin, mahkemenin delillerle değil de, yorum yoluyla ulaştığı Danıştay cinayeti dışında hiçbir somut eyleminin, delillendirilmeyi bırakalım, iddia dahi edilmediğini ve tek referansın bu şahısların kimlikleri ve kişilikleri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu davada, Danıştay saldırısı dışında tek bir somut şiddet eylemi yargılanmamış, onun yerine tek müştekisi mevcut iktidar bileşenleri olan ve somut bir örgüt ve eylemleri değil de, kişilikler, kimlikler ve iktidar yönünden yarattıkları tehlikeler cezalandırılmıştır. Danıştay saldırısı sanıkları ve onlarla zorlama bir bağ kurulan Veli Küçük gibi birkaç karanlık figür “vitrin süsü” olarak kullanılmıştır.

Bu davaların hukukî zemini ve görülüş biçimi en başından beri tartışmalı. Ancak, davalara destek verenler de, hukukî zeminden ziyade, siyasal ve hatta, kendi ifadeleriyle, “etik” bir noktadan hareket ediyor. Darbe geleneğiyle yüzleşildiği, ülkenin askerî vesayetten kurtulup demokratikleştiği, dolayısıyla yargı sürecindeki hukuksuzlukların, mağduriyetlerin bu uğurda tahammül edilmesi gereken “yol kazaları” ya da “teferruatlar” olduğu söyleniyor. Hukuku bir yana bırakıp politik çerçevede yaklaştığımızda, bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunun cevabı için, “darbe yargılanıyor, askerî vesayetten kurtuluyoruz” gibi argümanlara bakmak gerekiyor. Birincisi şu: Bu davalarla gerçekten darbe ihtimali ve darbecilik geleneği mi yargılandı? Sorunun cevabı için, öncelikle liberal, liberal-sol ve muhafazakâr “demokratlar”a egemen olan “darbe ve darbecilik” algısına bakalım. Bu algıya göre, “ordu/devlet, hoşlanmadığı siyasî iktidarın/milletin ancak belirli sınırlar içinde hareket etmesine izin verir. Siyasî iktidar/millet sınırları ihlâl ederse, asker/devlet bir askerî operasyonla siyasal iktidarı/milleti alaşağı eder. İşte vesayet ve darbe budur.” Bu algı ve analiz gülünçtür. Zira, askerî darbe, iktidardan hoşlanmayan askerlerin “kalkın darbe yapak!” diyerek gerçekleştirebilecekleri bir eylem değildir. Asker bir memur-bürokrat sınıftır, siyasal karar mercii değildir. Kendiliğinden ne böyle bir siyasal gücü vardır ne de böyle bir siyasal akıl ve stratejiye sahiptir.

Müebbet hapis cezası verilen Başbuğ ve silah arkadaşları ellerindeki gücü kullanarak darbe yapmaya, seçilmiş iktidarı devirmeye kalkışamaz mıydı?
Ben sorayım: Sıranın kendilerine geldiğini göre göre, o anlı şanlı generaller neden kuzu kuzu beklediler? Sadece bu sorunun cevabı darbe ve darbecilikle ilgili tüm tespitleri açığa düşürür.

AKP’ye karşı bir darbe ihtimali yok muydu?
Kesinlikle hayır. Askerî darbe için bir “darbe koalisyonu” gerekir. Tabii öncelikle ortada ciddi bir meşruiyet kaybı yaşayan bir siyasal iktidar lâzımdır. “Darbe koalisyonu” bu ortamda devreye girer. Koalisyonun birinci unsuru, ulusal-küresel sermayedir. İkincisi, hükümet aleyhine ve yıkılması gerektiğine dair oluşan geniş bir toplumsal mutabakattır. Koalisyonun sonuncu parçası ise, ilk iki unsuru arkasına alan ve kendini yeterince güvende hisseden bir silahlı bürokrasidir. Koalisyonun hiçbir unsurunun amacı Erol Taş veya Tecavüzcü Coşkun tarzı bir “amaçsız kötülük” olmayıp özellikle de en önemli unsuru olan sermaye için amaç, kapitalizmin ihtiyacı olan “para, mal ve insan dolaşımı için hukukî güvenlik, istikrar ve öngörülebilirlik” halinin tesisidir. Darbe koalisyonunun en önemli ayağı ulusal-küresel sermaye, kurulduğu günden beri AKP’nin arkasındaydı. Diğer unsurlar ise net bir siyasal uyum içinde değildi ve zamanla çözüldüler. Kısacası, 2002 sonrası bir askerî darbe ihtimali sıfırdı. Yani, bu davalarda gerçekleşme ihtimali olmayan bir darbenin yaşanmamış, ama muhtemel mağduriyeti cezalandırılmış oldu.

Öyle ya da böyle, neticede rejim vesayetten kurtulup demokratikleşti mi?
Vesayet, bir siyasal gücün ülkede tek ve tekçi bir siyasal dili hâkim kılma çabasıdır. Ülkede tek bir egemen siyasal dil ve üslûbun egemen olması demektir. Ve sanıldığı gibi askerî bir eylem değildir. “Askerî vesayet” terimi bu nedenle eksik ve sorunludur. Asıl dikkat edilmesi gereken tekçi-baskıcı ve toplum mühendisi dikta dilidir. Bugün bu dil ve üslûbun ortadan kalktığını söyleyebilir miyiz? Tüm enerjisini asker karşıtlığında harcayan liberal-sol “demokratlar” belki fark etmiyor ama, tek parti dönemiyle yarışan bir tarihsel dönemdeyiz. Geçmişte topluma vesayet eden siyasal dil ordu üzerinden tebliğ ediliyordu. Şu çok önemli: Vesayet makamı ordu değildi. Ordu bir taşıyıcıydı. Bugünse aynı taşıyıcılığı polis ve yargının üstlendiğini söyleyebiliriz. Yargı siyasal iktidarın tekçi, baskıcı, toplum mühendisi dilinin taşıyıcısı konumundadır. Bugün yargı, sözcüsü olduğu siyasal-ideolojik güç adına, siyasal eylemin ve politik muhalefetin yön ve sınırlarını çizmekte, siyaset için çerçeve belirlemekte ve iktidar dışındaki tüm kesimlerin siyasetini kriminalleştirmektedir. “Eskiden konuşulamayan pek çok şeyin bugün konuşulabildiği” söylenip demokratikleşildiği iddia ediliyor, ama her otoriter dönem kendi “tabu”sunu beraberinde getiriyor. Eskiden konuşulamayıp da bugün konuşulabilenler eski dönemin tabusuydu. Bugün de yeni iktidarın tabuları var. Eskiden asker tabuydu, şimdi ise Gülen Cemaati. Söz ve düşünce hürriyetinin genişlediğini düşünenler, yeni iktidarın tabularına söz söyleyerek bir sağlama yapabilirler. Misal, sadece birkaç gün önce Danıştay’ın “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle ilgili verdiği karara göz atıldığında, vesayetin bitip bitmediğini, söz ve düşünce hürriyetinde nasıl bir “gelişme” olduğunu ve ilerleyen dönemde nasıl bir “hürriyet”le tanışacağımızı görebiliriz. Tüm Ergenekon süreci, artı KCK davaları bu anlamda vesayete karşı yürütülen süreçler değil, vesayetin el değiştirmesine yönelik operasyonlar olmuş ve mevcut siyasal iktidar eliyle yeni bir vesayet ve darbe düzeni tesis edilmiştir. Gelinen nokta, otoriterlikten totaliterliğe geçiş olmuştur. Bunu “hürriyet ve demokrasi” olarak anlamaya ve anlatmaya çalışanlara dememiz gereken şey şudur aslında: “Defol git başımdan!” Ergenekon süreci gibi büyük operasyonlar yanında, yargının gündelik performansının gözden kaçırılmaması gerekir. Kaldı ki, bu süreçler son derece ahlâk dışı operasyonlarla yürütüldü. Bana kalırsa, bu tür operasyonlar mağdurlardan ziyade faillerini kirletir. Bir tarafın sayısız haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlikle karşılaştığı, diğer tarafın ise ciddi bir ahlâk yitimi yaşadığı bir süreç nasıl bir uzlaşma, barış ve demokrasi getirecek, doğrusu, anlaşılması güçtür.

Maksat darbe geleneğinden, vesayetten kurtulma, rejimin demokratikleşmesi değildiyse, neydi?
Her eylem belirli bir perspektif üzerinde varolur. Yani, bir eyleme anlam veren şey perspektiftir. O nedenle de bir failin eylemini anlamak için onun perspektifini anlamak gerekmektedir. Siyasal iktidarın bileşenlerinin stratejik ve taktik ayrımlarını bir kenara bırakırsak, ana siyasal-tarihsel perspektifi kabaca şu şekilde özetleyebiliriz: “Cumhuriyet şanlı Osmanlı tarihinde bir parantezdir. Ülkenin ana sorunu Cumhuriyet ideolojisi ve kadrolarıdır. Eğer tüm kadrolar bu ‘yanlış ellerden alınır da ‘milletin öz evlatlarına’ verilirse sorunumuz kalmaz.” Bu perspektif Ergenekon sürecinin ana motivasyonudur. Aynı perspektifin Kürtlere yansıması ise şöyledir: “Kürt ‘kardeşlerimiz’ ile aramıza giren kara kedi PKK/BDP, yani ‘Kemalist Kürtler’dir. Bu siyasal hareket yok edilir ya da ehlileştirilirse, Kürtlerle İslâm ortak paydası üzerinde buluşulabilir.”

O “Kemalist” sıfatıyla PKK ve BDP’nin laik/seküler çizgisi ve -Kemalizmle hiç alâkası olmayan- sosyalist fikriyatı kastediliyor, öyle değil mi?
Tabii ki. Kürt hareketini onlar için katlanılmaz yapan da bu. KCK operasyonu da bu perspektifin ürünüdür. PKK/BDP’nin yok edilmesi halinde doğacak boşluk siyasal İslâm -ya da Hocaefendi’nin nuru- ile doldurulacak ve Kürtler de birer “samimi Müslüman” haline getirilerek -tıpkı askerî vesayet, darbecilik, yargı sorunu vs. gibi- Kürt sorunu da “halledilecektir”.

Özetlediğiniz bu perspektife “liberal-demokrat” entelektüellerin verdiği desteğe ne demeli? AKP hegemonyasını büyük ölçüde o entelektüellerden aldığı moral destek sayesinde kurdumadı mı?
Doğru, ama şunu söylememe izin verin: Epeydir “Yetmez ama Evet”çilere bir öfke ve hiddet var. Onların cevabı da arabesk bir karşı koyuştan ileri gitmiyor. Şu noktayı açıklığa kavuşturalım: “Demokratik uzlaşma siyasetiyle “egemen siyaseti” arasında çok temel bir fark var. Belirli tarihsel dönemlerde, anti-demokratik bir iktidar karşısında, demokratik bir ortaklık ve uzlaşma içine girilmesinde sorun yok. Bu politik eylemsellik, “demokratik uzlaşma siyaseti” demektir. Söz konusu kesimlerin referandum öncesi, -tıpkı bugün Gezi’de oluşan siyasal ittifak gibi- geleneksel iktidar karşısında demokratik bir güç birliği içine girmesi ve AKP’yi demokratik şerhlerle desteklemesi kabul edilebilir bir durumdur. Bu kesimlerin iktidarı Kemalizm ve Kemalistlerle sınırlayan, darbe karşıtlığını da Kemalist ordu karşıtlığında sabitleyen siyasal-tarihsel analizleri sığ ve yetersizdi. Ancak, referandum öncesinde, geçmiş iktidar karşısındaki politik-ahlâkî tutumları onları kurtarıyordu. Bugün onları birer entelektüel paçavraya çeviren, referandum sonrasındaki tutumlarıdır. Referandumla birlikte kurulan yeni hegemonyaya dair, bırakın ciddi bir itirazı, tek bir merak ve soruları bile olmadı. Aksine, son üç yılı yıkılıp giden eski iktidarı çöplükten çıkarıp satmaya çalışmakla geçirdiler. Referandumla birlikte terfi ettikleri siyaset “egemen siyaseti”ydi: Artık yeni iktidarın parçası olmuşlardı. Demokratlıktan despotluğa böyle geçtiler. Bu entelektüel destek yeni kurulan hegemonya için çok kıymetliydi. Bugünse yaşadıkları tam anlamıyla bir çöküştür. Bu davalar, ardından da Gezi direnişi, bu kesimlerin bulundukları yerin demokratik mücadele sahası değil, sultanın eteğinin altı olduğunu açığa çıkardı ve yıllardır üfürdükleri entelektüel iddiaların yavanlığını ve gülünçlüğünü ortaya serdi. Özellikle Gezi, sahici siyasetin işaretini verdi ve yıllardır yaşadığımız “hakikat kaybinı tersine çevirdi. Koskoca bir “yalan dünyası” büyük bir gürültüyle, mevcut iktidarla birlikte liberal-“demokrat” tayfanın üzerine çöküverdi. Bugün artık bu kesimler aracılığıyla nasıl bir hakikat kaybı ve yalana mahkûm edildiğimizi tüm çıplaklığıyla görmüş durumdayız. “Darbecilik-darbeciler” teranesi ve “Kemalist-İttihatçı derin devlete karşı aslanlar gibi mücadele eden Erdoğan” masalı tuzla buz olurken, ülke asıl darbecilerin kim olduğunu gördü. Ve son on, hatta yirmi yıldır “devlet-toplum / merkez-çevre” kavramları üzerinden üretilen tekerlemeleri çöpe yolladı. “Yeni devlet” geleneksel iktidarın son halkası olarak tüm ağırlığıyla belirirken, liberaller ve “demokrat”lar kendilerini bir anda polis copunu ve postalını cilalarken buldular. Artık şunu kesin olarak kabul ve ilan etmemiz gerekiyor: Liberal ve “demokrat” entelektüeller başta olmak üzere, Türkiye’deki “kelâm sahiplerinin “söz” ve “hakikat”le ilişkileri minimum düzeyde. Buna rağmen, sözün mülkiyetini kimseye bırakmaya niyetli değiller. Cemaat”in devletteki gayrimeşru varlığı ve Hükümet-Cemaat çatışması saklanamaz hale gelip de, en son Cemaat”in 13 Ağustos bildirisiyle suratımıza çarpılırken, “hiçbir analizim doğru çıkmadı, ben bu işlerden anlamıyorum, affedin!” demek yerine gündemi yorumlamak üzere en önce koşmalarına ne desek, bilemiyorum. Bu kesimlerin sözle sorunlu ilişkilerinden belki daha da önemlisi ise, tutarlı ve bütünlüklü bir adalet ve demokrasi perspektiflerinin olmamasıdır. Adalet anlayışının bir bütün olduğunu, belirli kesimlere dikkat kesilirken, hoşlarına gitmeyen kesimlerin polis copu ve düzmece davalarla inim inim inletilmesine sessiz kalmanın -ya da Roni Margulies’in yaptığı gibi, Cumhuriyetçi-Atatürkçü 70’lik teyzeleri coplanmasından eğlence çıkarmanın- mümkün olamayacağını anlayamıyorlar. Roni Margulies, Yıldıray Oğur, Melih Altınok ve Markar Esayan gibi artık karikatürleşen tipler neyse de, yıllarca demokrasi mücadelesi vermiş kerli ferli isimlerin yazdıklarına, söylediklerine insan yüzü kızarmadan bakamıyor. Bu kesimlerin “yeni devletin copu, gazı, savcılıkları ve mahkemelerinin en önde gelen savunucuları olmaları, onları yeni iktidarın neo-alperen ya da neo-ülkücüleri haline getirmiş durumda. Ama onlar kendilerini hâlâ “insan hakları savunucusu” sanıyor. Hakiki bir demokrat, yargılanan için “kim?” değil, “nasıl?” sorusunu sorar. Geleceğe dair adalet ve demokrasi ışığı o “nasırdadır zira. O “nasıl”, gelecekte nasıl bir siyasal ortamda yaşayacağımızı ve nasıl bir adalet ve demokrasiyle karşılaşacağımızı gösterir. Polisi, karakolları, savcılıkları ve mahkemeleri, hatta askeriyesi ve de sermayesiyle karşımızda dağ gibi bir AKP devleti varken, iktidara tek bir soru sormadan, tek bir ciddi tespitte bulunmadan “demokratçılık” oynuyorlar. Bu kesimden yükselen itirazlar ise, Cemaat’in sofrasında yer kapmak için yapılan yüzeysel bir Erdoğan aleyhtarlığı sadece. Tutarlı ve bütünlüklü bir adalet ve demokrasi perspektifi olmayan bu kesimlerin Kürtler ve gayrimüslimlerle ilgili mücadelelerinin de sığ ve yavan olduğu anlaşılıyor aslında. Ergenekon ve Gezi sürecinin en “hayırlı” neticelerinden biri, “hakikat” ve “söz”ün ve de “demokrasi ve adalet talebinin” önünde en ciddi engel olan bu kesimlerin insan hakkı savunucuları demokratlar değil, birer “entelektüel esnaf’ olduklarını göstermesidir.

Alfabeyle başladık, “özetin özeti”yle bitirelim…
Özetin özeti şu: Darbecilik, bir düzendir. Bu düzenin bir parçası da tekçi, baskıcı, başkasına yaşama şansı vermeyen siyasal iktidarlardır. Eğer darbe düzeni ile mücadele düşünülüyorsa, ilk önce iktidarların hükümet etme biçimini gözden geçirmesi gerekir. Hukuku umursamadan, kuru ve yaş demeden, binlerce insanı aynı torbaya doldurup ibreti âlem için uçurumdan yuvarlamak çare olamaz. Bu tavır bir darbe düzeni tavrıdır. Darbecilere özgü bir üslûpla ve darbe hukukuyla darbecilikle mücadele edilemez. Darbe hukuku, rövanş ve intikam duygusunu besler yalnızca.

SÖYLEŞİ: YÜCEL GÖKTÜRK / Express Dergisi, Ağustos – Eylül 2013

Written by kesinofsayt

23 Ekim 2013 at 12:10

Fenerbahçe kategorisinde yayınlandı

Tagged with , , ,